1945 yılı itibarıyla İkinci Dünya Savaşı bitiyor, yeni bir düzen kuruluyordu. Yeni kurulan düzende iki farklı ülke iki büyük kutup olarak siyaset sahnesinin hakimiyetini ele almıştır. Bunlardan ilki, savaşa girmesiyle birlikte gidişatı değiştiren ABD, diğeri de Stalingrad dolaylarında Almanları durdurup geri püskürten SSCB idi. Maddi ve manevi olarak dağılmış kıta Avrupası ABD'nin öncülüğünde yeniden toparlanmaya çalışırken, ABD için Avrupa SSCB önderliğindeki komünizmin kendi topraklarına varmadan durdurulabileceği güvenli bir çatışma alanı olma özelliği taşıyordu.

Kuruluna yeni düzende kapitalizm ve sosyalizm kamplarına tamamıyla teslim olmayan, kendi içlerinde farklılıklar bulunmasına rağmen aynı ortak noktalarda buluşabilen bir topluluk daha bulunuyordu. Diğerlerinin onları 'Üçüncü Dünya' olarak tanımlaması, Bandung Konferansı'ndan sonra olmuştu. Üçüncü Dünya çoğunlukla az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin dahil olduğu, sömürü ve emperyalizme karşı duruş sergileyen ülkeler olarak adlandırılabilir. 1960'lar boyunca bağımsızlıklarını kazanan Afrika ülkeleri de o dönemde bu kapsamda değerlendirilmiştir. Bugün Sahra altı Afrika ülkelerinin yönetim biçimleri, siyaset kültürleri çoğunlukla bu dönemden bakiyedir.

Avrupa'nın sömürgeci tutumundan kurtulmanın heyecanı ve coşkusu, çoğunlukla bu ülkeleri SSCB, Çin gibi ülkelerin yönetim biçimlerine daha fazla ilgili kılmıştır. Bunun anlaşılabilir bir durum olduğu söylenebilir. Dönemin sosyalist liderlerinin anti emperyalist demeçleri yeni bağımsız ülkelerin gururunu okşayan etkenlerden biridir. Afrika'daki pek çok ülkenin kuruluş aşamalarında bu izler durmaktadır. Örneğin Tanzanya'daki Ujamaa ideolojisi böyle bir görüşün kurumsallaşması örneğidir. Mao'nun görüşlerinden esinlenilen bu ideolojik bakış açısı, Tanzanyalı diplomatların Çin ziyaretlerinden sonra pek çok kez hayranlık şeklinde dile getirilmiştir.

Kıta ülkelerinin bazılarında siyasi süreç sömürge ülkelerinin saygın kurumlarında eğitim almış kadroların, ülkelerine dönerek bağımsızlık ateşini yakmaları şeklinde olmuştur. Bu kadrolar bağımsızlık sonrasında çoğunlukla muhalefete kapalı, tek adamın ve çevresindeki elitlerin ülke yönetiminde tek yetkili oldukları bir sistem oluşturmuştur. Dikkat edilirse bu sistemlerde iktidar değişimleri genellikle babaların oğullarına koltuğu devretmesi veya askeri darbeler vesilesiyle yönetime el konulması şeklinde olmaktadır.

Yeni kurulan bu ülkelerdeki tek parti rejimleri, kuruluşlarındaki süslü cümlelerle dolu manifestolara rağmen, toplumsal dönüşümü sağlayamamışlardır. Bunun ekonomik ve sosyal sebepleri ayrıca değerlendirilebilir ancak odaklanılması gereken nokta sonuçlarıdır. İdeolojik hamasetle oluşturulan milliyetçiliğin toplumda kalkınma ve gelişime yönelik faydasının az olması sebebiyle tek partilerin kendilerini yenileyemedikleri görülmüştür. Tek parti rejimindeki bir oluşumun kendini ne kadar yenileyebileceği elbette tartışma konusudur. Ancak yurtdışına okumaya giden, döndüğünde partide kendine yer bulamayan pek çok parlak siyasi profilin muhalefet de yapamamaları nedeniyle sistem tarafından öğütüldüğünü söylemek mümkündür.

Tam da böyle bir siyasi ortamda liderlerin en kolay kaçış yolu parti değerini düşürerek liderliğin değerini artırmaktır. Tek parti rejimlerinde böyle bir siyasi mobilizasyon sağlandığında potansiyel muhalifler partiden çok lidere muhalefete kanalize olacak, böyle bir muhalefet de aslına bakılırsa parti liderine parti içerisinde herhangi bir değişiklik yapmadan devam edilmesi yönünde katkı sağlayacaktır. Bugüne kadar yaşanan örnekler, kıtada lidere yönelik oluşturulan muhalefetin büyük bir etki oluşturmadığını göstermektedir. Partilerin kurumsallaşmaması, liderlere yönelik siyaseti bugün ve yarın için bir dayatma haline getirmeye devam edecektir. Demokrasiye geçen ve küçük muhalif partilere sahip olan ülkelerde görülen yüzde doksan oyla gelen iktidarların değişimi iktidar partisinin politikalarının eleştirilmesiyle değil, liderlerin görevlerini devretmesi veya vefat etmeleriyle mümkün olmaktadır. Afrika'daki uzun süreli iktidarlara bakıldığında bu husus net olarak görülmektedir. Bugün teorik anlamda tek parti rejimlerinin azaldığı söylenebilirse de pratikte bunun farklı örnekleri olmaktadır. İktidar partileri, bağımsızlıkların ilk yıllarında seçimleri tehlikeli görürken aynı zamanda halka siyasi bazı haklar da vermek istemiş, bu yolla otoriterlik suçlamalarından sıyrılmaya çalışmışlardır. Bunun yolu da genellikle parti içerisinde seçim mekanizmasının çalıştırılması ve hangi siyasi elitin parti yönetiminde olması gerektiğine dair yapılan dar kapsamlı seçimler olmuştur.

En son Mali'de gördüğümüz darbe yoluyla iktidarın değişimi, yönetimin halkın iradesine bırakılması yönünde bir adım olmayacaktır. Askerin yönetimden elini çekmesi ve yerini seçilmiş iktidara bırakması, iktidarın halkın taleplerini yerine getirmesi yönünde bir adım değil, aksine askerin dediklerini yapmaması halinde yönetimi bırakması yönündeki baskının her an üzerinde hissetmesinin ilk adımı olacaktır. Oysa liderler yerine parti kurumsallaşmasının arttığı örneklerde siyasi erkin daha çoğulcu ve daha faydalı hareket edeceği açıktır. Pek çok ülkenin Afrika ülkelerinde muhalefet partilerini yok sayması (özelikle Çin), yalnızca iktidar partilerinin yöneticileri ile görüşmesi, liderlere bağlı yönetim sistemlerinin baskıcı tutumlarını da artırmaktadır. Yolsuzluk, nepotizm gibi problemlerle anılan siyasi liderlerin, yerini Pan-Afrika görüşündeki liderlere bırakması ne kadar kısa sürede olursa Afrika'nın tek bir güç olması o kadar yakınlaşacaktır.

Bu gerçekleştiğinde Macron gibiler, bir Afrika ülkesini ziyaret ettiğinde 'Fransız askerleri için yapmanız gereken tek şey onları alkışlamak,' veya 'Kaçakçılar kim? Kendinize sorun, kaçakçılar Afrikalılar. Fransızlar değil Afrikalılar,' gibi sözler sarf edemeyeceklerdir.

Bahsettiğim tek parti fikirlerini daha net kavramak için Juan Jose Linz'in yazılarından derlenen, Türkçesini 'Totaliter ve Otoriter Rejimler' olarak bulabileceğiniz kitabı tavsiye ediyorum.