Muhtemeldir ki kendimize yakıştıramadığımız için kabullenemediğimiz bir gerçeklikle karşı karşıyayız. O gerçek, bu devrin Müslümanları olarak bir kimlik krizi içerisinde olduğumuz. Sokaklardan akrabalara, partilerden sivil topluma, kanaat önderlerinden onların takipçilerine kadar derin bir ayrı düşmenin pençesindeyiz.

İşlerimizi iyi yapamıyoruz çünkü aklımız yaptığımız işlerde değil. İnsan ilişkilerinde aldığımız yaralardan, söylediklerimiz veya söyleyemediklerimizin ağırlığından ya da doğru çocuk büyütmeye dair kaygılarımızdan kurtulamadığımız için market kasalarının yanında sakızların üzerinde sergilenen kişisel gelişim kitaplarına sarılıyoruz. Çok geniş normlar üzerinde bile dengeyi sağlayamamışken derinlerde çok daha minimal noktalarda kayboluyoruz. Komplo teorileri bilimsel gerçekler gibi muamele görürken, 'büyük resme' çok bakmaktan başımız dönmüş durumda.

Böyle bir ortamda suçu yalnızca yaşadığımız çağa atmak doğru değil. Bizler kendi dönemimizin şartları içinde yaşadığımız, bugüne göre oldukça sınırlı çocukluk ve gençlik çağlarımızdaki saygı, itaat, hürmet gibi kavramları bugün görmediğimizde sinirleniyoruz. Aslına bakılırsa bizim sinirimiz kendimizi işin içinden çıkarma telaşı ve sorumluluğu kabullenmemekten kaynaklı yapay bir sinir. Dış etkenlerde bulduğumuz her bir kabahatin içerisinde toplum olarak her birimizin payının olduğunu kabullenmek elbette kolay değil.

Müslümanlar olarak Asr-ı Saadet'i bir kenara koyarsak, uzunca süredir ortak bir kimlik oluşturamadığımız gerçeğiyle ne kadar çabuk yüzleşirsek işleri toparlama adına o kadar çabuk yola koyulabiliriz. Kabul edelim ki başka coğrafyalardaki acılara kapalıyız. Benlik duygumuzun içinde ne kadar iyi olursak olalım bize yetmiyor. Hep daha fazlasını istiyor, daha fazlasını isterken de günlük sığ tartışmaların içinden çıkamıyoruz. Gereksiz tartışmalardan kurtulmak adına ümmetin önde gelen fikir adamları hangi ortak noktalar üzerinden birleşebileceğimizi tartışmalıdır. Kuran ve Sünnet bağlamındaki şiarımızın yanı sıra başka bazı sorumluluklarımızın olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Kastettiğim ortak sorumluluklar ve değerler nezaket, hoşgörü, vicdan ve saygı gibi daha basit ancak olmazsa olmaz kavramlardır. Bu kavramları sahiplenmeden yapacağımız atılımların sonuçları geçmişte de hüsran olmuştur, gelecekte de başarısız olmaya meyillidir. Daha da önemlisi, bu kavramları kendi yakın çevremizde yerleştirmeden toplumdan beklemek beyhude bir çabadır.

Bulunduğu her yerde ilkeli duruşundan vazgeçmeyen, sanatı, edebiyatı bir kenara bırakmayan, okumayı-okutmayı değersizleştirmeyen, yazmayı, eserler bırakmayı teşvik eden, fitneyi fesadı dışlayan bir kimlik, hem toplumumuz, hem ülkemiz hem de İslam alemi için daha güçlü bir varoluşu sağlayacaktır. Kelimelerde kalmayan, aksiyona geçen bir gençlikle sağlam bir duruştur ihtiyacımız. Gençlikten kasıt yaş değil asla. Fikri üretim açısından genç, dinamik ve yorulmayan bir kimlik tasavvurudur kastedilen. Bu duruşu oluştururken ifrat ve tefritten uzak olmak, başkasının yanlışlarını eleştirerek yükselmek yerine kendi hatalarımızla yüzleşerek işe başlamak yararlı olacaktır. Bizim bu kadar kusurumuz varken önce bir kendimizle baş başa kalmalı, başkasının şeytanını taşlamadan, kendimize eski bir Türk filmi babası naifliğiyle kızmalıyız. Sonra aslında dünyanın ne kadar küçük ve bize ne kadar benzeyen insanlarla dolu olduğunu keşfedebiliriz.